Esir Şehrin İnsanları - Kemal Tahir
Kitaptan Alıntılar
Yukarda, Sarıkamış’ta “bismillah” demeye vakit
bulamadan, doksan bin kişilik koca bir orduyu kaybeden Osmanlı İmparatorluğu,
biraz aşağıda, Kutul-Ammare’de İngilizleri bozup çevirip generaller esir almış,
biraz daha beride Tih çölünü aşıp Süveyş Kanalı’na sarılmayı başarmıştı. Üç yıl
önce dört küçük Balkan devletine utanılacak bir kolaylıkla yenilen ordusu
aylardır, Çanakkale Boğazı’nı “Yedi düvelin” en korkunç silahlarına karşı aslanlar
gibi savunuyordu.
“Peki, n’olacak bunun sonu?” derken 1917 Mart’ında,
Rusya’da, içyüzü, -hatta kime karşılığı- pek anlaşılamayan bir devrim ansızın
patladı. Gelişti, yayıldı, değişti, sonucu Anadolu’nun büyük bir parçasını
–Trabzon’a kadar- bir daha bırakmamak üzere ele geçirdiğinden şüphesi kalmayan
Çar orduları dağılıp çekildi.
Gemi süvarisi, Bolşevikler yüzünden çok dertliydi.
Bir süvari ile miçonun nasıl olup da eşit yaşayabileceklerine akıl erdiremiyor,
hele dine saldırılmasının nedenini gerçekten anlayamıyordu. “Zenginlikler
baldırı çıplaklarla paylaşılacakmış... Zengin olmak imkânı kalmazsa kim
çalışır? Nereden bulmalı böyle alıkları?”
-Düşünün, sabun yok Rusya’da bugün... Gömleğinizi
değil, yüzünüzü yıkayamazsınız! Ölür insan... Bence insanoğlu, her şeye
katlanır, kirli çamaşıra katlanamaz... Günde hiç olmazsa bir kez yıkanmamağa
katiyen dayanamaz!
Dün gece Kasımpaşa’da yangın vardı. Bir zaman baktım
pencereden, genişleyince duramadım, giyinip gittim. 400 ev, 9 dükkân, iki cami,
bir kilise, bir karakol yandı.
On yıl içinde, İstanbul’da yirmi dokuz yangın olmuş.
50.000 ev yanmış. Yangın alanları beş milyon metre kareyi aşıyormuş.
Hiçbir şeyi zorlayamıyorum. Saçma geliyor. Direnmek
için amaç ister! Amaç olmayınca, önünüzde yaşamak olmayınca, neden
debelenmeli?...
Zihnim, karmakarışık ve birbirleriyle çelişen
fikirlerin kıyametiyle aralıksız zonkluyor. Kafamda sürekli bir meydan savaşı
var.
Belki delirmek budur. Sanki duvarlar birbirine
yaklaşıyor, ciğerlerimi sıkıştırıyor. Tavanla döşeme o kadar yaklaştı ki ayakta
duramayacağımdan korkuyorum. Soluğum kesiliyor. Artık insanlardan değil,
kendimden iğreniyorum.
Dün gece düşümde bir alay sancağı önde, bando
arkada, Orta Asya’ya doğru gidiyormuşuz. Anayurda... Turan’a doğru...Dağlardan
sayısız atlılar akıyor ovaya...Hepsi de bizden, hepsi bizim atlılarımız...
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Kim kiminle çekişiyor? Niçin? Ekmek isteyenlere,
varsa, ekmek verilir. Duraklanmaz. Ekmek yoksa katlanılır, istenmez!
Sabriye hışır hışır fısıldadı:
-Bırakın canım figür yapmayı... Uyun bana...Uyun
bana diyorum!
-Yoruldunuzsa...
-Ne anlayışsız adamsınız!...Gerçekten duygusuz
musunuz bu kadar?...Sıkın belimi...Sıkın n’olur! Kütürdetin kemiklerimi...
-Saçmalıyorsunuz Sabriye... Sarhoşsunuz!
-Sarhoş olsam n’apardım! Boynuna sarılıp öperdim.
Koparırdım dudaklarını...
-Rica ederim... Kâmil Bey kurtulmaya çalışarak
korkuyla karısına baktı. Nermin enişte beyin geniş el işaretiyle anlattıklarına
dalmıştı. Yalvardı. Hadi oturalım Sabriye... Farkına varacaklar!
-Uf nerdeyse inanacağım Nermin’in anlattıklarına...
-Ne anlattı Nermin?
-Papaz gibi gezmişsiniz bütün Avrupa’yı... En güzel
kadınlar çevrenizde pervane gibi dönerlermiş siz farkında bile olmazmışsınız.
Nermin kanmış ama ben hiç inanmam! Asıl böylelerinden korkmalı...Papaz
görünenlerden...Biz papazların ne korkunç satirler olduklarını okumadık mı
Bokaçyo’dan?... Aklıma koydum enişte bey er geç sizi baştan çıkaracağım!
Dayanamazsınız bana... Canımın çektiğine doymazsam ölürüm.
-Yavaş rica ederim! Delirdiniz mi?
-Duysunlar! Kızdırırsanız söylerim Nermin’e...
“Tutuldum!” derim. Kendinizi çektikçe hırsım artar benim... Sonunda alırım
öcümü... Nazlandığınızın on katı inletirim sizi...
Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler, tarikat
kurucuyuz. Arap mezhepleri Sufîliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır.
Tasavvufa göre dünyada her şeyden önce güzellik vardı. İbadet bu güzelliğe
tutkunluktur. Bu sebeple Türk’ün bağlanacağı inanç, Allah korkusundan değil,
Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türk’e mahsus bir yol
olduğunu anladım. Türk illerinde doğmuş, Anadolu’da gelişmiştir.
Hürriyet İtilafçı bir topçu yarbayı da, tıpkı böyle
söylemişti. “Yenilen haddini bilmeli, kuyruğunu apış arasına alıp yenilginin
sonucuna katlanmalı. Memleketi bu duruma İttihatçılar getirdi. İngilizler az mı
yalvardılar, 1914’te savaşa girmeyin diye... Para bile teklif ettiler...
Koca Alman’la beraberken yenildik! Şimdi, bir
başımıza, çoban sopasıyla yedi düvelin karşısına çıkmak ne demektir?
Kudurganlıktır bu... Resmen kudurganlık...Bereket versin akıllandı bizim alık
milletimiz. Subay demiyor musunuz, şeytan görmüş gibi kaçıyor! Oh olsun!
Sokaklarda çocuklar, gene bağıra çağıra oynamakta,
kadınlar komşularına gitmekte, alışveriş edilmekte, düğünler yapılıp mevlitler
okutulmaktaydı, ama tatsız...
Sözgelimi, kaz için “aptal” deriz. Oysa hayvanların
içinde ondan daha zekisi, uyanığı, hatta sevimlisi bulunmaz. Bir kere temizdir.
Kuş cinsinden olduğu halde, insana kuvvetli görünür. Yani, merhamet duyurmaz.
Bu kuvvetli görünüşte, yırtıcı kuşların, yürek ürperten korkunçluğu da yoktur.
Tıpkı, bizim gibi canım... Kalabalık yaşamayı sever. Erkekleri çok evlenme
taraflısıdır. Kadınları eski harem töresince birbirlerini pek kıskanmadan,
kadın kadıncık yaşarlar. Erkek kaz hem kabadayı, hem kıskanç olur. Çoğu zaman
onuru uğruna ölesiye dövüşür. Dövüş sırasında hanımları ona bir ağızdan
bağırarak gayret verirler. Fakat bu da biz insanlarda olduğu gibi, yenmek
şartına bağlıdır. Bizim dişiler gibi kaz hanımlar da, kavgada yenileni pek
sevmezler. Galibin arkasına takıldıkları çok olur.
Dışarıya yağmur yağıyordu. Dünya daralmış, bir
pencerelik kalmıştı. Islak ağaçlarla dolu bir pencerelik dünya...
Kâmil Bey, Tevfik Fikret’in “Sis” adlı şiirini
hatırladı. Şair, kocaman bir çocuk gibi, sevdiği şehrin taşına, toprağına
öfkelenmiş, onu, biraz da haksız yere hırpalamıştı. Oysa İstanbul da, bütün
öteki şehirler gibi, üzerinde yaşayan insanlar, iyi, haklı, güzel işler
yaptıkları zaman, böyle kasvetli günlerde bile temizlenip gençleşir... Her
yerinde korkaklık, adilik, yeniklik varsa suç onun mu?
Kâmil Bey’i edeple, sevgiyle karşıladılar. İmam
Efendi ile binbaşı emeklisi Hasan Bey’in, Cemil Usta’nın oturdukları köşeye
buyur ettiler. Bu köşe, havı dökülmüş bir halı ile örtülüydü. Köşenin gedikli
müşterilerinden birisi bile orada olsa, mahallenin delikanlıları, esnafı, tavla
pullarını, dominoları fazla şakırdatmazlar, iskambil kâğıtlarını şaklatmazlar,
yüksek sesle küfretmezler, üst üste kahkahayla gülmezler, öfkelerine sahip
olurlar, edepli mektep çocukları gibi davranırlardı.
Birisi mahpusa girdi mi, öldü beller imansız
takımı...”Mahpusun parası pul, karısı dul” diye laf çıkarılmış...
Memleket meselesi... Ahmet güldü. ‘Vatan’ diyecektim
ama bu kelimeyi öyle kepaze ettiler ki... Bazı sözleri gereksiz yerlerde
kullanmayı yasak etmeli... Bunların başına da ‘vatan’ ve ‘millet’ kelimelerini
yazmalı...
Bir İngiliz sözü okumuştum: “Bir suçsuz insan
hapiste yatacağına 99 suçlu serbest gezsin!” diyordu.
Harp etmek eskiden erkekçe bir işmiş. Şimdi insanca
bir iş... Kadınlar bizden daha iyi dövüşüyorlar. Miting yapıldığı zaman burada
olup, Sultanahmet Meydanı’nı görmeliydiniz. Siyah çarşaflı bir kadın
kalabalığı, memleketin üzerinde bir an, siyah bir bayrak gibi dalgalandı.
-Evet... Güvenin fazlası iyi değil... Şımarıklık
verir, hantallık, hatta tembellik verir... Hele biz kadınlar tetik üstünde
bulunmalıyız.
Ben bazı pek ilerde yaşarım, bazı pek geride... Şimdi
ilk defa, bu son zamanlarda, “bugün”ü yaşamak zevkini tadıyorum.
Mustafa Kemal Paşa olmasaydı biz ne yapardık
düşünsenize! Ama biz de olmasaydık, yani ona inanan millet olmasa Mustafa Kemal
Paşa ne yapardı?
Bir kere sen benim için dünyanın en güzel kadınısın.
Kadın her zaman, aklıyla, namusuyla, merhametiyle, cesaretiyle güzeldir. Boya ile
ipekle, hele etiyle cilvesiyle değil...
“Çöküntü devirlerinde iki çeşit insan meydana
çıkıyor. Namussuzlarla namuslular... Her iki tarafta da, boğuşma büyük bir
şiddetle, açıktan yürüyor. Hele, önce “vatandaş” sonra “insan” olunması gereken
dehşetli sıralarda faziletle, alçaklığın boğuşması kadar korkunç muharebe yok.
Muharebede düşman karşıdadır. Üniformalıdır. Az da olsa, çok da olsa bir zaman
sonra önemi kalmaz. Kaçarsın, kovalarsın... Anında ölenler, yaralananlar olur. Ama
hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde, dost kim,
düşman kim, bilinmez!”
Altmışaltı oynar gibi gülerek ölüme giden Laz
takacıları, mavnaya cephane yüklerken “Ne var?” diye tekneye çıkmak isteyen
gümrük muhafaza memuruna sarılıp beraber denize atlayarak beraber boğulan Hamal
Kürt Muso’yu, tevkif edilecek arkadaşlarına kaçma fırsatı vermek için elini
mahsustan dişliye kaptıran Tesviyeci Ahmet Usta’yı, doğma büyüme İstanbullu
olduğu, ömründe bir kere bile Heybeli’ye geçmediği halde, sınıftaki kürsünün
altında kendisini Şeytan Adası’na götürecek kadar tehlikeli belgeler saklayan
genç öğretmenleri, tavuk kesemeyecek derecede yufka yürekli iken işgal
kuvvetleri zabitlerini karanlıkta bıçaklamaktan çekinmeyen esnafları,
ameleleri, burada kalmak emrini alınca, gidip dövüşemeyeceklerine ağlayan,
Trablusgarp’ta, Balkan’da, seferberlikte durup dinlenmeden dövüşmüş subayları,
gizli teşkilata çalışan 10-12 yaşındaki çocuk Murat’ları, polis müdüriyeti
zindanlarında, Kuvayı Milliyecilere işkence ederken, ilk fırsatta, kulaklarına
eğilip: “Biraz daha dişini sık kardeşim... Dövmekten vazgeçeceğiz. Aman
söyleme!” diye fısıldayan polis neferlerini...
Ne zavallı olduk? Kim der ki bu millet bir zamanlar
Hint Okyanusu’na donanmalar, Viyana’ya ordular göndermiş... Zafer öyle mi? Gene
Yunan’a karşı bir zafer... Bu Yunanlılar da olmasa biz ömrümüzde artık zafer
kazanamayacağız galiba.
-Yahut da, bizim millet acıya alışmış. Biz hepimiz
bahtsızlığa o kadar alışmışız ki, sevinç anormal geliyor. Bilmez misiniz, bizde
yüksek sesle gülmek ayıpların başında sayılır. Hele çocuklar için... Sonra
hocalar bize cennetin yerine durmadan cehennemin işkencelerini belki de bu
sebeple anlatırlar...
Mustafa Kemal Paşa, az bulunur şeflerden biri
olduğunu ispat ederek, hiç duraklamamış, kötülüğü daha büyümeden tepelemeyi
kararlaştırmış. 29 Aralık’ta Etem kuvvetlerine saldırılması emri vermiş, 5
Ocak’ta, Etem, Yunanlılara sığınmak zorunda bırakılmış. Bu fırsattan
yararlanmak isteyen düşman 6 Ocak’ta saldırıya kalkmış...
Sıra, bir yaşlı kayıkçıdaydı. Aksakallı, uzun
burunlu bir adam. Burnuna bakılırsa Laz olduğu muhakkak.
Şair ne demiş: “Aç midelerden doğar nur topu
ihtilaller!”
Bu dünyada alınıp satılan malların en eskimezi:
Kadın eti! Bir de: YALAN!
İşte yüzü... Kırk paralık erkekliği varsa doğruyu
söyler. Hilafım varsa suratıma çarpsın! Cezama razıyım! Vay ölüsü tenekeli... Bunca
yaş yaşadım, böyle dubara görmedim. Polisler ayağımızı yerden kestiler!
Vaktiyle hünkâr yaverlerinden birine söz vermiş de
sonunda sözünden caymış. O gözünü sevdiğim ne yapsa beğenirsin, bir Kâğıthane
dönüşü, bir bölük askerle Nedime’nin arabasını çevirdi. Karıyı Hacıosman
Bayırı’na götürdü. Tamam, bir bölük
askeri üzerinden geçirdi. Adına ‘Alaylı’ denmesi işte o meseleden... Üzerinden
bir bölük asker geçmiş de, karı bana mısın dememiş... Hünkâr yaveri “Kalk artık
namussuz!” diye çizmesiyle boş böğrüne dokununca, yattığı yerden gözlerini
açmış da ne demiş bakalım? “Bitti mi? Hepsi bu kadar mı? Oysa ben yeni yeni
hevesleniyordum!” demesin mi? Meğer öç alayım derken karının duasını almış
hünkâr yaveri! İşte ‘Alaylı Nedime’ böyle bir karı...
Koltuk altlarına kızgın yumurta koyarlarmış... Saçlarından
asarlarmış. Tırnaklarını sökerler, ellerini cımbızla çekerler, hayalarını
burarlarmış...
Ramazan’da vaaz dinlemeye gitmiştim. Beyazıt
Camii’nde bir Laz hoca vardı. Hoca değil, “derya-yı umumi!” Yani, senin
anlayacağın uçsuz bucaksız deniz! Kitapları yutmuş, sindirmiş. Gökten, yerden
haber onda... Ağzından cevahir saçmakta düpedüz...O söyledi: “Kadınlarda suç yok,
dedi, yarın mahşerde onların babaları, anaları, ağabeyleri, kocaları
yanacaklar!” Eskiden bir edep varmış. Erkeğin bulunduğu yerde karı kısmı sesini
duyurmazmış! Zira sesi de namahremdir. Birinci namahrem sestir. Yüz, surat
sonra gelir. Şimdi tramvaylarda, vapurda, avrat sesinden, erkekler fırsat bulup
iki laf edemez oldu, ağız tadıyla...
Kâmil Bey eskiden beri başkasının sefaletine bakarak
haline şükredenlerden iğrenirdi.
Ankara’ya bu kadar büyük hizmetler yaptıktan sonra
Etem Bey neden isyan etti? Daha doğrusu, Mustafa Kemal’i neden bıraktı?
Hepsinden beteri, Kâmil Bey’in üzerindeki
çekingenlik, hatta korku... Bunu saklamaya bile lüzum görmüyor. Her zaman, her
durumda kendisinden daima emin Kâmil Bey, sanki bir büyük anıt gibi yıkılmış
da, yerini, bu şaşkın, ürkek, zavallı adamcağız almış...
Kadınlar aldatmakla kendilerini kirletiyorlar,
erkekler de bu kirletmek işine hırsla koşuyorlardı. Mesele asla çeşni meselesi
değildi. Vakit geçirmek, eğlenmek falan da olamazdı. Daha acıklısı, bu işte de
aşka benzeyen bir kepazelik kullanılıyordu. “Seni seviyorum” sözünün bu kadar
çirkefe düşmesi de belki bundandı. Dünya yüzündeki her türlü orospulukta, her
çeşit orospuda, bunlar ister kadın, ister erkek olsun, ister cinsel
ilintilerde, ister haysiyet konularında orospuluk etsinler, bol bol aptallık
bulunuyordu.
Kadın erkek ilintilerinde, hiçbir zaman tek yönlü,
sert yargılardan yana olmamış, bütün aldatmalarda, aldatanların bile bazen
bilemedikleri bir özrü bulunduğuna inanmıştı.
‘Baba olmak biraz da Allah olmaya benziyor’
Allah’ın insan icadı olduğunu anlamak için...
Kıskançlığın ne kadar hayvanca, fakat aynı zamanda
ne kadar insancıl bir duygu olduğunu ilk defa anlıyor...
Dipdiri bir adamı, sınırsız ihtirasları, hayal etmek
gücü, öfkesi, aşkı, evlat sevgisi, çalışma yetenekleriyle bir yere
kapatıyorlar. Orada, bazen tek başına, bazen kendisi gibi kıstırılmış, umutsuz,
öfkeli arkadaşlarıyla beraber yüzüstü bırakıyorlar.
İnsan kardeşliği... Şefkat...Af...Hep
masal...Kapatanlarla kapatılanlar arasındaki düşmanlık yırtıcı hayvanları bile
ürkütür. Ormanın yırtıcılarında yırtıcılık, açlığı giderene kadarmış. İnsanlar
arasındaki yırtıcılık, -ekmeğe, kadına, hatta yaşamaya dahi- tıka basa doymuş
olsalar yine sürüyor.
Kulak verdi. Süleymaniye Camii’nin minarelerinden:
“Hayya-lel felâh! Hayyalel felâh!” diye bağırıyorlar. Yani “Hadi felâha!”
“Felâh”ın Türkçesi “kurtuluş”. Esir bir şehirde insanları secde ederek
kurtuluşa çağırmak pek uygun mu düşüyor, ne?
Gözleri kapanırken: “Uykunun da bir çeşit kurtuluş
sayıldığı zamanlara lanet olsun!” dedi.
Dünyanın en aç, en doymaz şeyi: Boş kâğıt.
Birden dönüp kâğıtlarla beraber yastığa kapandı,
hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ömründe kendini bildi bileli ilk defa böyle
katılarak, kendisine acıyarak, aynı zamanda yüreğini temizlediğini sezerek
ağlıyordu. Bir daha da ölünceye kadar, aynı zamanda sefil ve asil olan bu
ihtiyacı, böyle insafsız bir şekilde asla...
Sabah ışığında doğumun umudu, öğle vaktinde, bir
çeşit yaşama açlığı, akşam zamanında ölüm, alacakaranlık, sonra yokluk...
Cesur adam, o korkak adamcağızdır ki cesaret isteyen
yerde, hele diğer insanların önünde korkuya yenilmez. Her şeyi sarsan korkuya rağmen
dizlerini bükmemeyi, sesini kaybetmemeyi, ayakta kalmayı becerir. En garibi, bu
kuvveti de ona karşısındakiler, yani kendisini korkutanlar verir.
‘Düşmek etrafı görememektendir’ demiş bir büyük
şair.
Erkekler kahveyi açtırmışlar... Sabaha kadar havadis
yağdı. Düşman Bursa’ya doğru kaçıyormuş, şu kadar bin ölü, şu kadar bin
yaralı... Tam tamına söylediler ama, ben rakamları aklımda tutamam...Mübarek
İstanbul! Nasıl da kulağı delik memlekettir. Gazete gibi canım...
Ne demişler: “Akıllı geçit arayıncaya kadar deli
ırmağı geçermiş.”
“Ne aman isteyeceksin, ne aman vereceksin!” der.
Mücadelenin ana kanunu budur.
Gerçek odur ki, okulların yüksek sınıflarından, köy
odalarından kalıplarına kıyafetlerine bakarak çocuklar getirdiler. Bunlar,
evet, sırasında, korkudan altlarına işemişlerdir, ama içlerinde korkunç bir
cesaretle ölümü alaya alanlar, onunla bir köpek yavrusu imiş gibi şakalaşanlar
vardı.
-Nereye, Efendi?
-Kahveye.
-Biraz dinler misin beni sen bakayım?
-Ne var?
-Ben bugün Sultanahmet’e gittim.
-İyi.
-Oraya binlerce kadın toplandı. Nutuk söylediler.
-Ne nutku?
-Nutuk... Biz hepimiz ağlaştık! Akıllı kadınlar,
kara bayraklar yapmışlar. Erkeklere “Eğer vatanı kurtarmayacaksanız,
örtülerimizi siz örtünün!” diye bağırdılar. Biz ağlaştık. Sade biz değil,
aramıza bir de Fransız bahriyelisi karışmıştı. Halimizi görünce gâvur askeri de
ağladı. “Dilimizi anlamayan gâvur askeri imana gelirse...” dedim can başıma
sıçradı.
İşte, benim harp ederken sırtımı dayandığım aşılmaz
dağ, demin gördüğünüz o küçücük kadındır. Kadir’in annesi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder