Search

Esir Şehrin İnsanları Kitaptan Alıntılar

6 Aralık 2014 Cumartesi

Esir Şehrin İnsanları - Kemal Tahir

Kitaptan Alıntılar

Yukarda, Sarıkamış’ta “bismillah” demeye vakit bulamadan, doksan bin kişilik koca bir orduyu kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, biraz aşağıda, Kutul-Ammare’de İngilizleri bozup çevirip generaller esir almış, biraz daha beride Tih çölünü aşıp Süveyş Kanalı’na sarılmayı başarmıştı. Üç yıl önce dört küçük Balkan devletine utanılacak bir kolaylıkla yenilen ordusu aylardır, Çanakkale Boğazı’nı “Yedi düvelin” en korkunç silahlarına karşı aslanlar gibi savunuyordu.

“Peki, n’olacak bunun sonu?” derken 1917 Mart’ında, Rusya’da, içyüzü, -hatta kime karşılığı- pek anlaşılamayan bir devrim ansızın patladı. Gelişti, yayıldı, değişti, sonucu Anadolu’nun büyük bir parçasını –Trabzon’a kadar- bir daha bırakmamak üzere ele geçirdiğinden şüphesi kalmayan Çar orduları dağılıp çekildi.

Gemi süvarisi, Bolşevikler yüzünden çok dertliydi. Bir süvari ile miçonun nasıl olup da eşit yaşayabileceklerine akıl erdiremiyor, hele dine saldırılmasının nedenini gerçekten anlayamıyordu. “Zenginlikler baldırı çıplaklarla paylaşılacakmış... Zengin olmak imkânı kalmazsa kim çalışır? Nereden bulmalı böyle alıkları?”

-Düşünün, sabun yok Rusya’da bugün... Gömleğinizi değil, yüzünüzü yıkayamazsınız! Ölür insan... Bence insanoğlu, her şeye katlanır, kirli çamaşıra katlanamaz... Günde hiç olmazsa bir kez yıkanmamağa katiyen dayanamaz!

Dün gece Kasımpaşa’da yangın vardı. Bir zaman baktım pencereden, genişleyince duramadım, giyinip gittim. 400 ev, 9 dükkân, iki cami, bir kilise, bir karakol yandı.

On yıl içinde, İstanbul’da yirmi dokuz yangın olmuş. 50.000 ev yanmış. Yangın alanları beş milyon metre kareyi aşıyormuş.

Hiçbir şeyi zorlayamıyorum. Saçma geliyor. Direnmek için amaç ister! Amaç olmayınca, önünüzde yaşamak olmayınca, neden debelenmeli?...

Zihnim, karmakarışık ve birbirleriyle çelişen fikirlerin kıyametiyle aralıksız zonkluyor. Kafamda sürekli bir meydan savaşı var.

Belki delirmek budur. Sanki duvarlar birbirine yaklaşıyor, ciğerlerimi sıkıştırıyor. Tavanla döşeme o kadar yaklaştı ki ayakta duramayacağımdan korkuyorum. Soluğum kesiliyor. Artık insanlardan değil, kendimden iğreniyorum.

Dün gece düşümde bir alay sancağı önde, bando arkada, Orta Asya’ya doğru gidiyormuşuz. Anayurda... Turan’a doğru...Dağlardan sayısız atlılar akıyor ovaya...Hepsi de bizden, hepsi bizim atlılarımız...

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

Kim kiminle çekişiyor? Niçin? Ekmek isteyenlere, varsa, ekmek verilir. Duraklanmaz. Ekmek yoksa katlanılır, istenmez!

Sabriye hışır hışır fısıldadı:

-Bırakın canım figür yapmayı... Uyun bana...Uyun bana diyorum!

-Yoruldunuzsa...

-Ne anlayışsız adamsınız!...Gerçekten duygusuz musunuz bu kadar?...Sıkın belimi...Sıkın n’olur! Kütürdetin kemiklerimi...

-Saçmalıyorsunuz Sabriye... Sarhoşsunuz!

-Sarhoş olsam n’apardım! Boynuna sarılıp öperdim. Koparırdım dudaklarını...

-Rica ederim... Kâmil Bey kurtulmaya çalışarak korkuyla karısına baktı. Nermin enişte beyin geniş el işaretiyle anlattıklarına dalmıştı. Yalvardı. Hadi oturalım Sabriye... Farkına varacaklar!

-Uf nerdeyse inanacağım Nermin’in anlattıklarına...

-Ne anlattı Nermin?

-Papaz gibi gezmişsiniz bütün Avrupa’yı... En güzel kadınlar çevrenizde pervane gibi dönerlermiş siz farkında bile olmazmışsınız. Nermin kanmış ama ben hiç inanmam! Asıl böylelerinden korkmalı...Papaz görünenlerden...Biz papazların ne korkunç satirler olduklarını okumadık mı Bokaçyo’dan?... Aklıma koydum enişte bey er geç sizi baştan çıkaracağım! Dayanamazsınız bana... Canımın çektiğine doymazsam ölürüm.

-Yavaş rica ederim! Delirdiniz mi?

-Duysunlar! Kızdırırsanız söylerim Nermin’e... “Tutuldum!” derim. Kendinizi çektikçe hırsım artar benim... Sonunda alırım öcümü... Nazlandığınızın on katı inletirim sizi...

Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler, tarikat kurucuyuz. Arap mezhepleri Sufîliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır. Tasavvufa göre dünyada her şeyden önce güzellik vardı. İbadet bu güzelliğe tutkunluktur. Bu sebeple Türk’ün bağlanacağı inanç, Allah korkusundan değil, Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türk’e mahsus bir yol olduğunu anladım. Türk illerinde doğmuş, Anadolu’da gelişmiştir.

Hürriyet İtilafçı bir topçu yarbayı da, tıpkı böyle söylemişti. “Yenilen haddini bilmeli, kuyruğunu apış arasına alıp yenilginin sonucuna katlanmalı. Memleketi bu duruma İttihatçılar getirdi. İngilizler az mı yalvardılar, 1914’te savaşa girmeyin diye... Para bile teklif ettiler...

Koca Alman’la beraberken yenildik! Şimdi, bir başımıza, çoban sopasıyla yedi düvelin karşısına çıkmak ne demektir? Kudurganlıktır bu... Resmen kudurganlık...Bereket versin akıllandı bizim alık milletimiz. Subay demiyor musunuz, şeytan görmüş gibi kaçıyor! Oh olsun!

Sokaklarda çocuklar, gene bağıra çağıra oynamakta, kadınlar komşularına gitmekte, alışveriş edilmekte, düğünler yapılıp mevlitler okutulmaktaydı, ama tatsız...

Sözgelimi, kaz için “aptal” deriz. Oysa hayvanların içinde ondan daha zekisi, uyanığı, hatta sevimlisi bulunmaz. Bir kere temizdir. Kuş cinsinden olduğu halde, insana kuvvetli görünür. Yani, merhamet duyurmaz. Bu kuvvetli görünüşte, yırtıcı kuşların, yürek ürperten korkunçluğu da yoktur. Tıpkı, bizim gibi canım... Kalabalık yaşamayı sever. Erkekleri çok evlenme taraflısıdır. Kadınları eski harem töresince birbirlerini pek kıskanmadan, kadın kadıncık yaşarlar. Erkek kaz hem kabadayı, hem kıskanç olur. Çoğu zaman onuru uğruna ölesiye dövüşür. Dövüş sırasında hanımları ona bir ağızdan bağırarak gayret verirler. Fakat bu da biz insanlarda olduğu gibi, yenmek şartına bağlıdır. Bizim dişiler gibi kaz hanımlar da, kavgada yenileni pek sevmezler. Galibin arkasına takıldıkları çok olur.

Dışarıya yağmur yağıyordu. Dünya daralmış, bir pencerelik kalmıştı. Islak ağaçlarla dolu bir pencerelik dünya...

Kâmil Bey, Tevfik Fikret’in “Sis” adlı şiirini hatırladı. Şair, kocaman bir çocuk gibi, sevdiği şehrin taşına, toprağına öfkelenmiş, onu, biraz da haksız yere hırpalamıştı. Oysa İstanbul da, bütün öteki şehirler gibi, üzerinde yaşayan insanlar, iyi, haklı, güzel işler yaptıkları zaman, böyle kasvetli günlerde bile temizlenip gençleşir... Her yerinde korkaklık, adilik, yeniklik varsa suç onun mu?

Kâmil Bey’i edeple, sevgiyle karşıladılar. İmam Efendi ile binbaşı emeklisi Hasan Bey’in, Cemil Usta’nın oturdukları köşeye buyur ettiler. Bu köşe, havı dökülmüş bir halı ile örtülüydü. Köşenin gedikli müşterilerinden birisi bile orada olsa, mahallenin delikanlıları, esnafı, tavla pullarını, dominoları fazla şakırdatmazlar, iskambil kâğıtlarını şaklatmazlar, yüksek sesle küfretmezler, üst üste kahkahayla gülmezler, öfkelerine sahip olurlar, edepli mektep çocukları gibi davranırlardı.

Birisi mahpusa girdi mi, öldü beller imansız takımı...”Mahpusun parası pul, karısı dul” diye laf çıkarılmış...

Memleket meselesi... Ahmet güldü. ‘Vatan’ diyecektim ama bu kelimeyi öyle kepaze ettiler ki... Bazı sözleri gereksiz yerlerde kullanmayı yasak etmeli... Bunların başına da ‘vatan’ ve ‘millet’ kelimelerini yazmalı...

Bir İngiliz sözü okumuştum: “Bir suçsuz insan hapiste yatacağına 99 suçlu serbest gezsin!” diyordu.

Harp etmek eskiden erkekçe bir işmiş. Şimdi insanca bir iş... Kadınlar bizden daha iyi dövüşüyorlar. Miting yapıldığı zaman burada olup, Sultanahmet Meydanı’nı görmeliydiniz. Siyah çarşaflı bir kadın kalabalığı, memleketin üzerinde bir an, siyah bir bayrak gibi dalgalandı.

-Evet... Güvenin fazlası iyi değil... Şımarıklık verir, hantallık, hatta tembellik verir... Hele biz kadınlar tetik üstünde bulunmalıyız.

Ben bazı pek ilerde yaşarım, bazı pek geride... Şimdi ilk defa, bu son zamanlarda, “bugün”ü yaşamak zevkini tadıyorum.

Mustafa Kemal Paşa olmasaydı biz ne yapardık düşünsenize! Ama biz de olmasaydık, yani ona inanan millet olmasa Mustafa Kemal Paşa ne yapardı?

Bir kere sen benim için dünyanın en güzel kadınısın. Kadın her zaman, aklıyla, namusuyla, merhametiyle, cesaretiyle güzeldir. Boya ile ipekle, hele etiyle cilvesiyle değil...

“Çöküntü devirlerinde iki çeşit insan meydana çıkıyor. Namussuzlarla namuslular... Her iki tarafta da, boğuşma büyük bir şiddetle, açıktan yürüyor. Hele, önce “vatandaş” sonra “insan” olunması gereken dehşetli sıralarda faziletle, alçaklığın boğuşması kadar korkunç muharebe yok. Muharebede düşman karşıdadır. Üniformalıdır. Az da olsa, çok da olsa bir zaman sonra önemi kalmaz. Kaçarsın, kovalarsın... Anında ölenler, yaralananlar olur. Ama hep ileriye bakmanın bir rahatlığı vardır. Oysa esir bir şehirde, dost kim, düşman kim, bilinmez!”

Altmışaltı oynar gibi gülerek ölüme giden Laz takacıları, mavnaya cephane yüklerken “Ne var?” diye tekneye çıkmak isteyen gümrük muhafaza memuruna sarılıp beraber denize atlayarak beraber boğulan Hamal Kürt Muso’yu, tevkif edilecek arkadaşlarına kaçma fırsatı vermek için elini mahsustan dişliye kaptıran Tesviyeci Ahmet Usta’yı, doğma büyüme İstanbullu olduğu, ömründe bir kere bile Heybeli’ye geçmediği halde, sınıftaki kürsünün altında kendisini Şeytan Adası’na götürecek kadar tehlikeli belgeler saklayan genç öğretmenleri, tavuk kesemeyecek derecede yufka yürekli iken işgal kuvvetleri zabitlerini karanlıkta bıçaklamaktan çekinmeyen esnafları, ameleleri, burada kalmak emrini alınca, gidip dövüşemeyeceklerine ağlayan, Trablusgarp’ta, Balkan’da, seferberlikte durup dinlenmeden dövüşmüş subayları, gizli teşkilata çalışan 10-12 yaşındaki çocuk Murat’ları, polis müdüriyeti zindanlarında, Kuvayı Milliyecilere işkence ederken, ilk fırsatta, kulaklarına eğilip: “Biraz daha dişini sık kardeşim... Dövmekten vazgeçeceğiz. Aman söyleme!” diye fısıldayan polis neferlerini...

Ne zavallı olduk? Kim der ki bu millet bir zamanlar Hint Okyanusu’na donanmalar, Viyana’ya ordular göndermiş... Zafer öyle mi? Gene Yunan’a karşı bir zafer... Bu Yunanlılar da olmasa biz ömrümüzde artık zafer kazanamayacağız galiba.

-Yahut da, bizim millet acıya alışmış. Biz hepimiz bahtsızlığa o kadar alışmışız ki, sevinç anormal geliyor. Bilmez misiniz, bizde yüksek sesle gülmek ayıpların başında sayılır. Hele çocuklar için... Sonra hocalar bize cennetin yerine durmadan cehennemin işkencelerini belki de bu sebeple anlatırlar...

Mustafa Kemal Paşa, az bulunur şeflerden biri olduğunu ispat ederek, hiç duraklamamış, kötülüğü daha büyümeden tepelemeyi kararlaştırmış. 29 Aralık’ta Etem kuvvetlerine saldırılması emri vermiş, 5 Ocak’ta, Etem, Yunanlılara sığınmak zorunda bırakılmış. Bu fırsattan yararlanmak isteyen düşman 6 Ocak’ta saldırıya kalkmış...

Sıra, bir yaşlı kayıkçıdaydı. Aksakallı, uzun burunlu bir adam. Burnuna bakılırsa Laz olduğu muhakkak.

Şair ne demiş: “Aç midelerden doğar nur topu ihtilaller!”

Bu dünyada alınıp satılan malların en eskimezi: Kadın eti! Bir de: YALAN!

İşte yüzü... Kırk paralık erkekliği varsa doğruyu söyler. Hilafım varsa suratıma çarpsın! Cezama razıyım! Vay ölüsü tenekeli... Bunca yaş yaşadım, böyle dubara görmedim. Polisler ayağımızı yerden kestiler!

Vaktiyle hünkâr yaverlerinden birine söz vermiş de sonunda sözünden caymış. O gözünü sevdiğim ne yapsa beğenirsin, bir Kâğıthane dönüşü, bir bölük askerle Nedime’nin arabasını çevirdi. Karıyı Hacıosman Bayırı’na götürdü.  Tamam, bir bölük askeri üzerinden geçirdi. Adına ‘Alaylı’ denmesi işte o meseleden... Üzerinden bir bölük asker geçmiş de, karı bana mısın dememiş... Hünkâr yaveri “Kalk artık namussuz!” diye çizmesiyle boş böğrüne dokununca, yattığı yerden gözlerini açmış da ne demiş bakalım? “Bitti mi? Hepsi bu kadar mı? Oysa ben yeni yeni hevesleniyordum!” demesin mi? Meğer öç alayım derken karının duasını almış hünkâr yaveri! İşte ‘Alaylı Nedime’ böyle bir karı...

Koltuk altlarına kızgın yumurta koyarlarmış... Saçlarından asarlarmış. Tırnaklarını sökerler, ellerini cımbızla çekerler, hayalarını burarlarmış...

Ramazan’da vaaz dinlemeye gitmiştim. Beyazıt Camii’nde bir Laz hoca vardı. Hoca değil, “derya-yı umumi!” Yani, senin anlayacağın uçsuz bucaksız deniz! Kitapları yutmuş, sindirmiş. Gökten, yerden haber onda... Ağzından cevahir saçmakta düpedüz...O söyledi: “Kadınlarda suç yok, dedi, yarın mahşerde onların babaları, anaları, ağabeyleri, kocaları yanacaklar!” Eskiden bir edep varmış. Erkeğin bulunduğu yerde karı kısmı sesini duyurmazmış! Zira sesi de namahremdir. Birinci namahrem sestir. Yüz, surat sonra gelir. Şimdi tramvaylarda, vapurda, avrat sesinden, erkekler fırsat bulup iki laf edemez oldu, ağız tadıyla...

Kâmil Bey eskiden beri başkasının sefaletine bakarak haline şükredenlerden iğrenirdi.

Ankara’ya bu kadar büyük hizmetler yaptıktan sonra Etem Bey neden isyan etti? Daha doğrusu, Mustafa Kemal’i neden bıraktı?

Hepsinden beteri, Kâmil Bey’in üzerindeki çekingenlik, hatta korku... Bunu saklamaya bile lüzum görmüyor. Her zaman, her durumda kendisinden daima emin Kâmil Bey, sanki bir büyük anıt gibi yıkılmış da, yerini, bu şaşkın, ürkek, zavallı adamcağız almış...

Kadınlar aldatmakla kendilerini kirletiyorlar, erkekler de bu kirletmek işine hırsla koşuyorlardı. Mesele asla çeşni meselesi değildi. Vakit geçirmek, eğlenmek falan da olamazdı. Daha acıklısı, bu işte de aşka benzeyen bir kepazelik kullanılıyordu. “Seni seviyorum” sözünün bu kadar çirkefe düşmesi de belki bundandı. Dünya yüzündeki her türlü orospulukta, her çeşit orospuda, bunlar ister kadın, ister erkek olsun, ister cinsel ilintilerde, ister haysiyet konularında orospuluk etsinler, bol bol aptallık bulunuyordu.

Kadın erkek ilintilerinde, hiçbir zaman tek yönlü, sert yargılardan yana olmamış, bütün aldatmalarda, aldatanların bile bazen bilemedikleri bir özrü bulunduğuna inanmıştı.

‘Baba olmak biraz da Allah olmaya benziyor’

Allah’ın insan icadı olduğunu anlamak için...

Kıskançlığın ne kadar hayvanca, fakat aynı zamanda ne kadar insancıl bir duygu olduğunu ilk defa anlıyor...

Dipdiri bir adamı, sınırsız ihtirasları, hayal etmek gücü, öfkesi, aşkı, evlat sevgisi, çalışma yetenekleriyle bir yere kapatıyorlar. Orada, bazen tek başına, bazen kendisi gibi kıstırılmış, umutsuz, öfkeli arkadaşlarıyla beraber yüzüstü bırakıyorlar.

İnsan kardeşliği... Şefkat...Af...Hep masal...Kapatanlarla kapatılanlar arasındaki düşmanlık yırtıcı hayvanları bile ürkütür. Ormanın yırtıcılarında yırtıcılık, açlığı giderene kadarmış. İnsanlar arasındaki yırtıcılık, -ekmeğe, kadına, hatta yaşamaya dahi- tıka basa doymuş olsalar yine sürüyor.

Kulak verdi. Süleymaniye Camii’nin minarelerinden: “Hayya-lel felâh! Hayyalel felâh!” diye bağırıyorlar. Yani “Hadi felâha!” “Felâh”ın Türkçesi “kurtuluş”. Esir bir şehirde insanları secde ederek kurtuluşa çağırmak pek uygun mu düşüyor, ne?

Gözleri kapanırken: “Uykunun da bir çeşit kurtuluş sayıldığı zamanlara lanet olsun!” dedi.

Dünyanın en aç, en doymaz şeyi: Boş kâğıt.

Birden dönüp kâğıtlarla beraber yastığa kapandı, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ömründe kendini bildi bileli ilk defa böyle katılarak, kendisine acıyarak, aynı zamanda yüreğini temizlediğini sezerek ağlıyordu. Bir daha da ölünceye kadar, aynı zamanda sefil ve asil olan bu ihtiyacı, böyle insafsız bir şekilde asla...

Sabah ışığında doğumun umudu, öğle vaktinde, bir çeşit yaşama açlığı, akşam zamanında ölüm, alacakaranlık, sonra yokluk...

Cesur adam, o korkak adamcağızdır ki cesaret isteyen yerde, hele diğer insanların önünde korkuya yenilmez. Her şeyi sarsan korkuya rağmen dizlerini bükmemeyi, sesini kaybetmemeyi, ayakta kalmayı becerir. En garibi, bu kuvveti de ona karşısındakiler, yani kendisini korkutanlar verir.

‘Düşmek etrafı görememektendir’ demiş bir büyük şair.

Erkekler kahveyi açtırmışlar... Sabaha kadar havadis yağdı. Düşman Bursa’ya doğru kaçıyormuş, şu kadar bin ölü, şu kadar bin yaralı... Tam tamına söylediler ama, ben rakamları aklımda tutamam...Mübarek İstanbul! Nasıl da kulağı delik memlekettir. Gazete gibi canım...

Ne demişler: “Akıllı geçit arayıncaya kadar deli ırmağı geçermiş.”

“Ne aman isteyeceksin, ne aman vereceksin!” der. Mücadelenin ana kanunu budur.

Gerçek odur ki, okulların yüksek sınıflarından, köy odalarından kalıplarına kıyafetlerine bakarak çocuklar getirdiler. Bunlar, evet, sırasında, korkudan altlarına işemişlerdir, ama içlerinde korkunç bir cesaretle ölümü alaya alanlar, onunla bir köpek yavrusu imiş gibi şakalaşanlar vardı.

-Nereye, Efendi?

-Kahveye.

-Biraz dinler misin beni sen bakayım?

-Ne var?

-Ben bugün Sultanahmet’e gittim.

-İyi.

-Oraya binlerce kadın toplandı. Nutuk söylediler.

-Ne nutku?

-Nutuk... Biz hepimiz ağlaştık! Akıllı kadınlar, kara bayraklar yapmışlar. Erkeklere “Eğer vatanı kurtarmayacaksanız, örtülerimizi siz örtünün!” diye bağırdılar. Biz ağlaştık. Sade biz değil, aramıza bir de Fransız bahriyelisi karışmıştı. Halimizi görünce gâvur askeri de ağladı. “Dilimizi anlamayan gâvur askeri imana gelirse...” dedim can başıma sıçradı.

İşte, benim harp ederken sırtımı dayandığım aşılmaz dağ, demin gördüğünüz o küçücük kadındır. Kadir’in annesi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Translate